Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra toplumların durumunu tanımlamak için bir grup tarafından kullanılan bir terim Homo Sovieticus. Bu terim, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 45 yıl boyunca Orta ve Doğu Avrupa’da hüküm süren sistemin belirli bir tutumlar, bilişler ve algılar sendromu geliştirdiğini iddia etmekte. Homo Sovieticus komünist sistemde yaşayan, herkes üzerinde iz bırakan bir enfeksiyon olarak görülüyor. Kolektif, toplum için çabalayan insan bir bozukluk,enfeksiyon sahibi kişi midir? Ne de olsa insan bencildir. Kurduğun ne kadar dostluk, yoldaşlık, dayanışma varsa olan sana olur. Adına ne derlerse desinler insanın doğası bu, bencillik. Peki sahiden de öyle mi?

Polonya toplumundaki “Sovyetleşme “nin etkileri ve komünizmden piyasa ekonomisine geçiş sürecini anlamak için belirli sosyal veya mesleki grupların hak sahibi olma duygusu, seçimlere katılımın düşük olması, sivil toplum kurumlarının zayıflığı, bencillik ve asosyal tutumların hepsi bir grup tarafından Sovyetlerden günümüze aktarılan bir zihniyetin işaretleri olarak yorumlanmıştır. Dolayısıyla, bu tez şu soruyu akla getirmektedir: Bu önemli bir psiko-sosyal olgu mudur yoksa Homo Sovieticus kavramı, yaratılan tek kutuplu dünyanın anti-propaganda için kullandığı bir sözcük, bir efsun mudur?

Bu ifadeyi kullanırken gerçekten kimden bahsediyoruz? 1990’da yayınlanan Homo Sovieticus Between Wawel and Monte Claro adlı kitabı, Sovyetler Birliği’nin dağılışından sonra Polonya’da hararetli tartışmalara yol açtı. Fakat bu kavram öncesinde de kullanılıyordu. Aleksandr Zinovyev’in kavramın adını verdiği kitabı hayatının amacını ve anlamını kolektifte bulan, bireysellikten tamamen “yoksun” bir adamın edebi bir analizidir. Giriştiği herhangi bir faaliyet, kendi entelektüel seçimleri veya duygusal ihtiyaçları tarafından değil, derin bir uyumluluk, çoğunluğa uyum sağlama ve onlarla birleşme arzusu tarafından motive edilir.

Peki onun düşünce tarzı ve yaklaşımını bu kadar özel kılan nedir? Tischner’e göre bu sendrom “özgürlükten kaçışın post-komünist bir biçimidir” (1). Homo Sovieticus ruhsal olarak köleleştirilmiştir ve bu köleleştirme onun tutum ve değerlerini öylesine deforme eder ki artık bu esaretin varlığının farkında değildir. Bunu “normal” ve hatta arzu edilir bir şey olarak gören kendisini veya çevrelerinin durumunu iyileştirebilecek herhangi bir bağımsız faaliyette bulunma istek ve yeteneklerini kaybetmiş, kendi çıkarına uygun şekilde düzeni değiştiremeyeceğini düşünen kişidir.

Tischner,  merkezi planlamanın sağladığı anlam aslında saçmadır, çünkü insan emeği dünyayı hareket ettiren gizli bir makinenin parçası değil, özgür yaratıcılığın bir biçimidir (3) diyor. Fakat Marksist teori, insanların yaratıcı potansiyellerini kapitalist baskılar olmadan tam olarak gerçekleştirebilecekleri bir toplum hayal eder. Ancak, merkezi planlamanın “saçma” olduğunu iddia etmek yerine, Marksizm, bu planlamanın toplumsal ihtiyaçları karşılamak ve insanların yaratıcılıklarını daha adil bir toplumda serbestçe ifade edebilmeleri için bir araç olarak kullanılabileceğini öne sürer. 

Bunlar kaba siyasi ideolojinin bir parçası olarak kullanılan sosyal olarak belirlenmiş önyargılardır. Devletten en temel haklarını talep eden halk, post Sovyet ülkelerinde Sovyet dönemine özgü düşünce ve eylem alışkanlıklarından hala kurtulamayan homo Sovieticus zihniyet ve tutumu olarak görülüyor. (2) Sovyet deneyimi sonrasında kapitalist sisteme adapte olamayan insanların karşı karşıya kaldığı sömürü düzeni karşısında kendini psikolojik problemlerin içinde bulması akademide bireye yönelik bir sendrom geliştirilmesine yol açmıştır. Fakat Post Sovyet ülkelerinde halkın buhranının nedeni bireylerin düzene razı gelmemesi değil değişen sistemin ta kendisidir.

Komünizm sonrası toplumlarda bireylerin ve tüm kültürlerin zihniyetinin Homo Sovieticus sendromuna yakalandığı iddiası açıkça ideolojik olarak taraflıdır. Gerçek durumu teşhis etmeye ve tanımlamaya yardımcı olmak yerine, yeni bir toplumsal düzenin dönüşüm ve yaratım mekanizmalarına ilişkin arzu edilen bir vizyonu sunmanın dolaylı bir yoludur. 

Homo Sovieticus anlatısı bize birey olmanın önemini vurgularken, kolektif yaşamı hayatın merkezine alarak yaşamayı bir anomali olarak gösterir. Ancak bencillik “doğal” değildir – içinde yaşadığımız dünya tarafından yaratılır. Açgözlülük ve kişisel çıkar, kapitalizm altında teşvik edilir ve egemen sınıftan devredilir.

Sistem, sıradan insanları her gün birbirleriyle rekabet etmeye zorlar: bir iş veya üniversitede bir yer için, işe giderken otobüste bir koltuk için veya terfi için. Bu arada patronlar ve seçkinler lüks arabalarını sürüyorlar ve emeğimizin ve sıkı çalışmamızın meyvelerinin tadını çıkarıyorlar.

Bu, sıradan insanların asla bencil olmadığı anlamında bir şey değildir. Kapitalizm altında yaşam sefildir; sıkıcı, yabancılaştırıcı işe tahammül ediyoruz çünkü alternatiften, işsizlik ve yoksulluktan marjinal olarak daha iyi. Bu, iş kayıpları, yetersiz sosyal hizmetler ve eğitim kesintileri karşısında geçinmek için günlük mücadele ile birleştiğinde, insanların bazen kendilerini ilk sıraya koydukları ve acımasız şekillerde hareket ettikleri anlamına geliyor.

Ancak bu, insan doğasının özünde var olan bir özellik değildir. Marx’ın dediği gibi “insansal öz, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Gerçekliği içerisinde, bu, toplumsal ilişkilerin bütünüdür.” (4)

Evrimsel psikoloji veya sosyobiyolojinin toplumu, bencil insanlar topluluğu olarak tanımlaması ‘bireysel, rekabetçi ve ataerkil’ evrensel bir insan doğası yorumuna götürür. (5) Bu önyargı aynı zamanda davranışlarımızın ve ilişkilerimizin biyolojik veya genetik olarak programlanma şeklimizden kaynaklandığını iddia eden argümanlarla da pekiştirilir. Yine bunlar rekabet, liderlik, sahiplik, saldırganlık, sosyal ve cinsel eşitsizlik ve sözde bireysel olma dürtüsüne odaklanır, ancak yine de tüm bunlar kapitalizmi yansıtan davranış kalıplarıdır. Sistem ekonomik bireyciliği ve rekabeti insan doğamızın ve dolayısıyla şeylerin doğal düzeninin bir ifadesi olarak sunar. Ama bu doğru olsaydı, o zaman tüm tarih boyunca toplum asla değişmezdi.

Dünya tarihi denilen şeyin bütünü, insan emeği yoluyla insanın yaratılmasının ürünüdür.”(6)

  1. Josef Tischner , 2005. Homo sovieticus sf. 141
  2. Tomasz Knopik & Urszula Oszwa (2019): Self-determination and development of emotional-social competences and the level of school achievements in 10–11-year-old Polish students, Education 3-13 
  3. Josef Tischner, 2005. Homo sovieticus sf. 142
  4. Karl Marx, Feuerbach Üzerine Tezler, VI
  5. Steven ve Hillary Rose, (2018), Nörobilim Zihnimizi Değiştirebilir mi?
  6. Karl Marx, 1844 El Yazmaları, Birikim Kitapları, İstanbul, sf. 123